Nasıl Yaşlanır İnsan?
Biz Neden Bu Süreci Yaşadık?
Nasıl Yaşlanır İnsan?, Pandemiyle yüzleştiğimiz zaman şok, inkar, öfke, pazarlık, depresyon evrelerinden geçerek şu an kabullenme sürecine geldiğimizi düşünüyorum. Şimdi geriye kalan, biz neden bu süreci yaşadık? Ne öğretmeye çalıştı, ne öğrendik? 2000’li yıllardan yani milenyum çağından beri teknolojinin getirdiği imkanlar bizi o kadar çok koşturmaya ve kendimizden uzak yaşamaya götürdü ki… Bizi kendi farkındalığımızdan uzaklaştırdı, geleneklerimizden, kültürümüzden, masallardan, hikayelerden, o bilgelik boyutumuzdan uzaklaştırdı. Teknolojinin nimetlerini yaşamak varken onu yanlış kullandık. Biz özümüzden, kendimizden ve birbirimizden uzaklaştıkça covid kendimizle beraber tekrar birbirimizi, hatta evreni, o bütünlüğü hissettirdi. Çok ciddi bir kültür iflası yaşıyoruz. Ekosistemlere baktığımızda her varlığın, her nesnenin birbirine bir aidiyeti var, bütünlüğü var. Biz bu bütünlük içerisinde sadece birbirimizle değil, doğada birçok şeyin; ağacın, toprağın, güneşin farkındalığını unuttuk. Şükran duymayı unuttuk, şükretmeyi unuttuk. Şükran, benim için farkındalıktır.
Gelenek göreneklerimiz vardı, şifalı otlarımız vardı, güneşi, ayı konuşurduk. Ritüellerimiz vardı, birlikte pekmezler kaynatırdık. Sıkıntı şu ki, kişisel gelişelim derken, kendimize yetelim derken, birbirimizin varlığının farkına varmayı unuttuk. Bir Tibet atasözü var; tabak yıkıyorsan sadece tabak yıka. Aslında bunun anlamı neredeysen orada ol, ne yapıyorsan sadece onu yap. Dua ediyorsan sadece dua et, sohbet ediyorsan sadece sohbet et, o an neredeysen sadece orada ol. Kuantum fiziğine göre şu an buradayken başka bir yerde olamıyorsun. Buradayken ruhen, bedenen, zihnen bir arada olduğun için frekansın yüksek oluyor… Covid, bize bir şeyler öğretmeye çalıştı ve öğretmeye devam ediyor. Ve şu an finalden önce son çıkışın yaklaştığını hissediyoruz, bizi öğrendiklerimizle baş başa bırakacak. Öğrettikleri bizim yanımıza kâr kalanlar olmalı, fırsatlar olmalı. Aslında covidin
vermeye çalıştığı şey şuydu; bizi tekrar unuttuklarımızla buluşturmak. Biz hep ‘’anılarım geride kaldı, çocukluğum, büyüklerimiz geride kaldı’’ diyoruz ya, aslında kaybolan bir şey yok, kaybolan bizleriz. Bizim yeniden kendimizle buluşmamız gerekiyor. Hep söylediğim bir şey var; insan insanın aynasıdır, doğada her şey birbirinin aynasıdır.
Atasözlerimiz, deyimlerimiz var; ben uzun zamandır atasözlerinin psikoloji ile örtüşen yanlarını çalışıyorum ve gerçekten her birinin altında çok büyük doğruluk payı var. Mesela “Babaanne koruk yemiş, torununun dişi kamaşmış” Bizim bütün hücrelerimizde onlardan gelen kayıtlar yüklü. Biz anne karnında embriyo iken bile o embriyonun içerisinde anne babamızdan gelen milyonlarca kayıt vardı. O yüzden hayat bizimle başlamadı, çoktan başlamıştı. Biz bazen karmayı ya da atalarımızdan gelen mirası çok olumsuz değerlendiriyoruz. Sanki onlardan gelen travmaları da yaşıyormuşuz gibi… Ama karma olumsuz bir şey değil. Atalarımızdan gelen miras; ilim, bilgelik, ananeler, ritüeller… Hiç görmediği babaannesinin bile bir çorbaya nasıl tat verdiğini hisseder insan ve yapar.
Çünkü o ruhsal miras olarak yüklenmiştir. Birçok insan yemek yapmaya, evinde farklı lezzetler denemeye, bahçesinde, balkonunda birçok sebze meyve, çiçek yetiştirmeye başladı. Aslında bunlar zaten bizim geleneklerimizde vardı. Bu süreçle beraber daha doğal şifa yöntemlerine döndük.
Birbirimizin farkına varmaya başladık. Bizim köklerimiz, geldiğimiz topraklar, atalarımızın bize bıraktığı manevi zenginlikler, töreler unutulmuştu. Mutlu olduğum taraf şu ki, yavaş yavaş hatırlıyoruz ve yapıyoruz. Toplum olarak birlik olmanın önemini hatırlıyoruz.
“Biz Atalarımızın Bilgeliklerinden İstifade Etmek Yerine Farkında Olmadan Yaşlılarımızı Yaşlandırdık”
Kişisel gelişim, kendine yetebilmek çok önemli konular. Biz kendimize yetelim derken, birbirimize güç vermeyi unuttuk. Kadim topluluklara baktığımızda, aslında yaşamı canlı tutan, bilgeliği nesilden nesile aktaran, insanı insan yapan ve aidiyeti hatırlatan birçok yaşantı var. Örneğin kolonya dökmek bile ritüellerimizi temsil ediyor; birbirimize kolonya ikram ediyoruz. Bunlar bizim eski alışkanlıklarımızdı… Misafir gidince ev havalandırılırdı, ortamın enerjisini değiştirirdik; bunlar zaten vardı… Şimdi tekrar hatırladık. Biz atalarımızın bilgeliklerinden istifade etmek yerine
farkında olmadan yaşlılarımızı yaşlandırdık. Halbuki onlar bilgeler. Elbette ki insan gelişiyor; her kuşak, her nesil yaşanan çağın gereklerine göre kendine yeni şeyler katıyor. Belki büyüklerimizin bilmediği, onların yapmadığı şeyler yaptık ama onların kadim bilgeliğinden istifade etmeyi unuttuk. İnsanın 35’li yaşlardan sonra ve 40’lı yaşlara doğru iki tane yol güzergahı var.
1 yaş almak, 2 yaşlanmak. Hepimizin bir yaş kaygısı var; hatta bu kaygı ve korkuyla belki de yapmamamız gereken şeyler yapıyoruz. Ama yaşlanmak aslında henüz ölmemiş olduğumuzun bir göstergesi, ama yaş almak öyle bir şey değil. Yaşlanmak mı, yaş almak mı, bu bizim seçimimiz. Nasıl yaşlanır insan? Geçmişle hesaplaşmayı bırakamayarak, geçmişte yaşadıklarını sürekli sorgulayarak ve suçlayarak yaşlanıyor. Geçmişten gelen yaşanmışlıklardan ders almalı, büyüklerimizden gelen aktarımları, bilgelikleri hayatımıza uyarlamalıyız. Önce beden yaşlanıyor. İnsan hayatın
anlamını kavramak ve kendini gerçekleştirmek için dünyaya geldi, bunu fark ettiği zaman yaş alır.
Biz Olmazsak, Çocuklarımıza Bırakacağımız Ruhsal Bir Miras Olmaz
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde fiziksel ihtiyaçlar, aidiyet, sevgi, güven olarak tırmanan piramidin en üst basamağı kendini gerçekleştirebilmektir. Etrafımıza dokunmaya çalışırken kendimizi unutursak bu dünyada bulunma amacımızdan uzaklaşmış oluruz. Ama covid artık buna izin vermiyor; zorunlu istikamet insanın kendi özü… Covid bize şu anda kendimizi gerçekleştirmeye doğru zorunlu bir yolculuk yaptırıyor. Biz olmazsak, çocuklarımıza bırakacağımız ruhsal bir miras olmaz. Kızılderililer der ki, ‘’Anne babalar çocuklarının yaşam kılavuzudur.’ anlamını kavramak ve kendini gerçekleştirmek için dünyaya geldi, bunu fark ettiği zaman yaş alır.
Kendimiz Dışında Her Şeyin Farkındayız
Bir sağlık psikoloğu olarak hastalıkların zihinsel nedenlerini de çalışıyorum. Benim işim hastalıkların altındaki zihinsel nedenleri ve oluşma nedenlerini
çalışmak… 20 yıl kadar onko-psikoloji alanında çalıştım, kanserli hastalarla yolculuk ettim. Mesela mide ve bağırsak kardeştir. Haksızlığa uğradığımızda, belki duymak istemediğimiz bir söz duyduğumuzda mide hemen asit üretmeye başlar, yanmalar başlar. Bağırsak biraz daha uzun bir yolculuk, geçmişten gelen aktarımlarla ilgili… İçine atma, bırakamama, geçmişle Hesaplaşmalar devam ederse bağırsak rahatsızlıkları da başlar. Bilirsiniz bebekler anda yaşar, çok yemek yiyince çıkarır, içinde tutamaz çünkü. Biz onu içimizde tutuyoruz, bırakamıyoruz. Bırakmayarak karşımızdaki insanı bir hesaplaşmaya tabi tuttuğumuzu düşünüyoruz ama aslında kendimizi zehirliyoruz.
Kızgınlık, öfke ve bırakamamak, zehir içip başkasının ölmesini beklemek gibi… Bağırsak problemleri çoğunlukla bırakamayan, mükemmeliyetçi, unutamayan, geçmişte yaşayan, hassas olan ve içinde biriktiren insanlarda oluyor. Ama yavaş yavaş bırakabildikçe, kabule geçebildikçe kanser hücreleri bile terk etmeye başlıyor. Hastalık 7 aşamadan oluşuyor; önce bağışıklık sisteminin düşüklüğü, cilt eklem ağrıları, cilt erozyonları, kalp ritminde bozulmalar olarak yukarı tırmanıyor, unutkanlıkla devam ediyor, gözler kararmaya başlıyor, kulaklar daha az işitiyor. Bunlar tırmanırken aslında farkında olmuyoruz, ama ne yazık ki kendimiz dışında her şeyin farkındayız. Bu asla bir sitem değil, ama artık uyanmamız, kendimizin de farkına varmamız, kendimize özen göstermemiz gerekiyor.
Geçmişin Yaralarını Tazeliyoruz
İnsan en çok yaşayarak, dinleyerek öğrenir; büyüklerin aktardıklarını, onların ruhundan çıkanları unutmaz. Bizim unuttuğumuz pek çok değerden biri geçmişle geleceği kavuşturup esas olan şu anda yaşamayı öğrenmek. Biz ya geçmişte yaşıyoruz, ya gelecekte; şu anda yaşayanımız çok az. Geçmişi unutmak, yok saymak diye bir şey mümkün değil. Hayatımızı kaygıyla, pişmanlıkla, keşke diyerek, suçlamalarla geçiremeyiz. Biz geçmişten istifade etmek yerine geçmişin yaralarını tazeliyoruz. Geçmişimizde halledemediğimiz meseleleri şu an yaşamaya devam ediyoruz. Bunun kimseye faydası yok, çünkü geçmişimizi değiştiremeyiz. Geçmişte olan her şey, karşımıza çıkan her insan doğru insandı aslında. Çünkü o anki ruhsal bilincimize, düşüncelerimize, bakış açımıza uygun olan insanlardı, olaylardı.
Aslında yaşanan hiçbir şey yanlış değildi, karşılaştığımız hiç kimse yanlış değildi. William James der ki ‘’İnsanın keşfettiği en güzel buluşlardan bir tanesi düşüncelerini değiştirerek dünyayı değiştirebileceği algısını oluşturmasıdır.’’ Düşünceler değiştiğinde algılar değişiyor. Algılar değiştiğinde yaşadığımız olayların sinerjisi değişiyor, alışkanlıklar değişiyor. Kader de talip olunan bir niyettir, belli bir ölçüde kadere etki etme niyetine sahip oluyoruz. Tek yapmamız gereken düşüncelerimizi, bakış açımızı değiştirmek. Biz bir şeyleri kabullenmiyoruz veya bazı şeylerden vazgeçemiyoruz. Çünkü kabul etmeyi şöyle anlıyoruz; onaylamak. Doğru muydu bu yaşananlar, bunun neyini kabul edeyim diyoruz. Kabullenmek onaylamak ya da doğrulamak anlamına gelmiyor. Kabullenmek, yaşanan her şeyi olduğu gibi kabul etmek, bütüne kabul vermek…
Peki, kabul etmek ne işe yarıyor?
Özgürleştiriyor. Çünkü kabullenmediğimiz her şey bizim arkamızdan tren vagonları gibi gelmeye devam ediyor ve geleceğimize taşıyoruz. Bir evden, bir iş yerinden, bir kişiden, bir ilişkiden nasıl ayrılırsak, onun sinerjisi üzerimizde devam eder. Büyüklerimizin de söylediği gibi ‘helalleşmemiz’, kabullenmemiz gerekir. Mesela uyandıktan sonra muhakkak yatağınızı örtün derler, çünkü uyku enerjisi devam eder. Ama kapattığımız zaman biz o bölümü kapatmış oluyoruz ve güne uyanık olarak başlıyoruz. Bunların hepsinin bir enerjisi var. İnsan yaşadığı her şeyin, objenin, dokunduğu maddenin bir enerjisi, bir ruhu olduğunu bilse çok daha büyük bir farkındalıkla yaşar. Doğada her şeyin bir enerjisi var, insanın 4’te 3’ü su, doğanın da öyle… Bir su deneyi var, Zen Budist’i kutsanmış bir suyu alıyor, çeşitli kaplara bölüyor. Bir kısmına mikroskopla incelemek üzere bir süre güzel sözler
söylüyor, güzel niyetlerde bulunuyor.
Ve üzerine yazı olarak yapıştırıyor. Bir kısmına da kötü, olumsuz sözler söylüyor, üzerine yazıyor ve her gün bunları tekrarlıyor. Bir süre sonra güzel sözler söylenmiş olan suyun kar taneleri gibi daha homojen olduğunu gözlemlerken, diğer suyun kanser hücresi gibi çamurlaşmış ve
dağılmış olduğunu görüyor. İnsan konuşup düşündükleriyle kendine bunu yaparsa, dünyaya neler yapmaz? Evrende her şeyin su molekülüyle
dolu olduğunu düşünürsek konuştuklarımız, düşündüklerimiz çok önemli. Çoğunlukla farkında olmadan olmasını m istemediğimiz şeyleri konuşuyoruz. Dolar yükselecek mi, ülkenin hali ne olacak, pandemi bitecek mi… Berbat olduk, mahvolduk… Evet bu ihtimaller yok mu, var tabii ki.
Ama artık şunu sormamız gerekiyor: biz neyi besliyoruz? Nedenleri mi besliyoruz, çözümleri mi? Olmasını istemediğimiz olayları mı besliyoruz yoksa olmasını istediğimiz durumları mı beslemek istiyoruz? Aslında hepimizin amacı aynı: daha iyi şartlarda, daha mutlu yaşamak… Ama amaca uygun yürümüyoruz. İki seçenek var: neden ve nasıl… Biz nedenleri besleyerek olayı artırıyoruz, geçmişimizi bugüne taşıyoruz. Geçmişteki süreci kabul etmemiz gerekiyor. Yönümüz geçmişe dönükse geleceğimizi göremeyiz. Evet, olumsuzluklar var elbette… Ama şu an gelecek kaygısıyla yaşamanın bize katacağı bir şey yok.
Az stres, az kaygı, az öfke kötü bir şey değil, hatta iyidir. Bazen bunlar da lazım, ama her şeyin azı yararlı, çoğu zararlı. Biz öfke anında muhakkak konuşup, öfkemizi çıkarmak, birileriyle paylaşmak istiyoruz. Ama biraz durup, bir geri çekilip susmamız; kalple zihnin birleşmesini beklememiz gerekiyor. Bir ilişki biterken, çocuğunuzla bir sorun yaşarken, iş kaygısı yaşarken o konu ile ilgili çok fazla konuşmamak gerekiyor.
Fikir almak başka bir şey, konuşmak başka… Hatta fikir almak için bile bir süre beklememiz gerekiyor, çünkü o sinerjideyken, o korku frekansındayken,
hayatımıza aynı frekansta olan insanları çekiyoruz. İki taraf da kaygı enerjisindeyken çözüm üretilemez. Daha önce de dediğim gibi stres de lazım…
Çocuklarımızı Büyütürken Bu Kadar Manevi Bir Rehber Olamıyoruz
Büyüklerimizin bilgeliklerinden tekrar istifade etmemiz lazım, almaya başlamamız lazım. Bir şeyleri internette aramakla birlikte etrafımızdaki büyüklerimize soralım. Bunun hem onlara, hem bize faydası olur. Hep deriz ya, ‘’Babaannem bir çorba yapardı, o lezzeti başka hiçbir şeyden almıyorum’’ diye… Çünkü içinde kendisi vardı, içinde ruhu vardı. Çocuklarımızı büyütürken bu kadar manevi bir rehber olamıyoruz. Bunu beklemek de yanlış olur. Çünkü topluma uyum sağlaması için üzerimize düşen o sorumluluk biraz kaygı yaratıyor. Biz çocuğumuzun her şeyi olmaya çalışıyoruz
ama anne babalar tek başlarına manevi rehber olamıyorlar. O yüzden kolektif bir yaşam şekline, o kadim bilgeliğe, birliktelikler boyutuna dönmemiz
gerekiyor.
Bu noktada teknolojiyi de güzel kullanabiliriz; yüz yüze olmanın yerini tutmasa da büyüklerimizi arayıp bir sesini duyabiliriz, sohbet edebiliriz. Çocuklarımıza geçmişimizden gelen masalları, hikayeleri, öğretileri anlatabiliriz. Kitaplar okuyalım, kendimizi yenileyelim. Çocuklarımızla film izleyelim sabah kahvaltıları yapalım. Ama tek başına bunlar yetmiyor. Bizim geleneklerimizi, masallarımızı, kadim sırları bilge büyüklerimizden alıp, sonraki nesillere aktarma dönemine geçmemiz gerekiyor. Doğru nefes almamız, sağlıklı beslenmemiz, kendimizi keşfetmemiz, gün içerisinde küçük molalar oluşturmamız gerekir.
İnsan yüzde 80 kendine, yüzde 20 başkalarına yaşamalı. Çünkü içinde kendinizin olmadığı bir iş bir dokunuş, verdiğiniz ders, yaptığınız yemek dahi lezzetli olmaz. İçinde kendimizin olduğu her şey çok daha kıymetli. Özümüzden verirken de besleniriz, çünkü alırız da aynı zamanda.
Hayatta Her Şey Bulaşıcıdır
Hayatta her şey bulaşıcıdır; manevi tatmin alırız, şifanın veya aktarılan duygunun güzelliği içimize siner. Özverinin karşılığı çoktur. Özverili davranıyorsak zaten karşılık beklemiyoruz demektir. Ama fedakarlık daha farklı, fedakarlıkta yaptıklarımızın peşinden gidiyoruz. Bu kadar emek verdim, bu kadar çabaladım diyerek gitmeye devam ediyorsak bu fedakarlıktır. Çok fazla kavram karmaşası yaşıyoruz. Çünkü şunun farkına
varmalıyız; verirken de zaten kendimizi beslemiş oluyoruz, egomuzu beslemiş oluyoruz. Hesaplaşma yok…
Doğada Her Şey Çift Yaratılmış
Bizim toplumumuzda kadim bilgelik anlamında kadınlar çok önemliydi, tabiatın başlangıcıydı. Kadına toplumun bakışı daha cinsiyetçi bir bakış açısına büründü. Eril enerjinin gücü farklı, dişil enerjinin gücü farklı… Ben kadın ve erkektense dişil ve eril enerji olarak tanımlamayı daha doğru buluyorum. Dünyayı düşünelim, güney yarım küresi ve kuzey yarım küresi var, dünyanın yarısı dişil enerji, diğer yarısı eril enerji gibi… Doğada her şey çift yaratılmış; gece gündüz, güneş ay, toprak tohum, Ying Yang felsefesi gibi siyah beyaz… Bu anlamda kadın ve erkek de öyle…
Evet, önce insanız, insan olarak oluşuyoruz, sonra cinsiyet oluşuyor.
‘’Yuvayı yapan dişi kuştur’’ sözü var mesela, bunun yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Atasözlerinin mecazi anlamlarını da düşünmek gerekiyor.
Bu söz aslında şu demek; her şeyin başlangıcı kadındır, o enerji, sinerji, bereket, huzur dişil enerji ile başlıyor. Erkeklerin daha imtiyazlı olduğu düşüncesinden, bakış açısından dünyanın dişil enerjisi düştü. Şu an tüm dünyada kadınların çoğu eril enerji bilincinde… Erkeklerin eril enerjisini güçlendiren şey kas gücünü artırmak iken, kadınların dişil enerjisini güçlendiren şey toprak ve doğa ile ilgilenmektir. Gündelik hayatımıza devam ederken, kendimizi deşarj etmemiz gerekiyor.
Örneğin bir kurumda hem dişil enerji hem eril enerji olduğunda muhteşem bir sonuç ortaya çıkıyor. Kadın hissiyatları ve sezgileri ile güçlüdür, iç sesini dinleyendir. Kadınların içindeki dişil enerjiyi, o kadim bilgeliği aktive etmesi gerekiyor. Erkeklerin de yine eril güçlerini, analitik, girişken, lider ruhlu ve çözüm üreten güçlerini tekrar hayata geçirmesi gerekiyor. Bereket, kuraklık, hastalıklar, savaşlar… Bunların sebebi dünyanın dişil enerjisinin
düştüğü anlamına geliyor. Sadece kendimiz için değil dünyamız için enerjilerimizi açığa çıkarmamız gerekiyor.